Bu yazıda, biyoçeşitlilik nedir, korunması neden önemli, bu konuda neler yapılıyor ve bizler neler yapabiliriz sorularına yanıtlar aradık.
Dünyanın ve gıdanın geleceğinden bahsederken biyoçeşitlilik en başta gelen konulardan. Bu kavram basitçe dünyadaki tüm canlıların çeşitliliği demek ve ekosistem sağlığının göstergelerinden biri. Aynı zamanda insanların binlerce yıldır kullandığı temel bir doğal kaynak. Ancak tam da bu sebepten çeşitlilik ciddi tehlike altında. Doğal yaşam alanlarının yok olması, kirlilik, toprak, su ve canlı kaynakların aşırı ve yanlış kullanımı, istilacı türler ve iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliği çok ciddi bir biçimde tahrip etmiş halde. Biyolojik çeşitlilik, insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir hızda azalıyor. Son 100 yılda vahşi memelilerin yüzde 83’ü ve bitki türlerinin yarısı yok oldu. WWF’e göre, “karasal alanların yüzde 75’i insanlar tarafından önemli ölçüde değiştirildi ve doğallığını kaybetti. Deniz alanlarının yüzde 60’ından fazlası yoğun insan etkisi altında ve sulak alanların yüzde 85’ini kaybetmiş durumdayız. Küresel ölçekte orman kaybının hızı azalmış olsa da özellikle biyolojik çeşitliliğin en yüksek olduğu tropik ormanlardaki kayıp hala hızlı bir şekilde devam ediyor. Türkiye’de de küresel ölçekte tehlike altında olan tür sayısı son 10 yılda dört katına çıkarak 400’e ulaştı.” Bütün bunların sorumlusu ise canlıların sadece yüzde 0,01’ini oluşturan insanlar. Doğal yaşamın ve yaşam alanlarının yok olması türlerin yok olmasına sebep olurken, COVID-19 dahil olmak üzere birçok hastalığın da kaynağı olarak görülüyor. Öte yandan biyolojik çeşitliliğin insan sağlığı üzerinde çok önemli bir etkisi daha var; doğada bulunan çok çeşitli bitkiler, mantarlar, mikroorganizmalar ve hayvanlar birçok ilacın temelini oluşturuyor.
Biyolojik çeşitlilik, tür çeşitliliği, genetik çeşitlilik ve ekolojik olaylar çeşitliliği olarak üçe ayrılıyor. Tür çeşitliliği, farklı türlerin çeşitliliği demek, genetik çeşitlilik de bitkiler, hayvanlar, mantarlar ve mikroorganizmalarda bulunan genlerin çeşitliliğini ifade ediyor. Ekolojik olaylar çeşitliliği ise dünya üzerinde var olan tüm yaşam alanlarını kapsıyor. Biyoçeşitlilik kavramı gıdadaki çeşitlilik ile yakından ilgili. Doğadaki, ormanlardaki, okyanuslardaki çeşitlilik yok olurken, tarladaki çeşitlilik de yok olmakta. Uzmanlara göre dünyada 400 bin bitki türü var ve bunların en az yarısı yenebilir. Ancak biz sadece 200 bitki türünü tüketiyoruz. Pirinç, buğday ve mısır bitkilerden aldığımız kalori ve proteinin yarısından fazlasını oluşturuyor. Sadece bitkiler de değil, yediklerimiz hayvansal çeşitliliği de etkiliyor. Örneğin kümes hayvanları dünyadaki bütün kuşların yüzde 70’ini oluşturuyor, memelilerin ise yüzde 60’ı büyükbaş hayvan ve domuz olmak üzere çiftlik hayvanı.
Türkiye farklı gen merkezlerinin kesiştiği noktada bulunduğundan biyoçeşitlilik bakımından küçük bir kıtanın özelliklerini taşır. Endemizm oranı yüzde 31,8 olup buna her yıl çok sayıda tür ekleniyor. Şimdiye kadar tanımlanmış 12 bine yakın bitki türü var. Bunlardan neredeyse 4 bini endemik, yani sadece burada yetişiyor. Yenebilir bitkilere gelince, o kadar yaygın ki farklı bölgelerde farklı adlandırmalar söz konusu. Ancak yerel mutfak kültürünün önemli parçası olan bu otlar genelde ev tüketimi için biliniyor, ticareti yapılmıyor. Sadece otlar da değil, meyve ve sebzeler de çeşit çeşit. İncir Araştırma Enstitüsü’ne göre ülkemizde 300’den fazla incir çeşidi bulunuyor örneğin. Zeytincilik Araştırma Enstitüsünün Kemalpaşa Üretim ve Araştırma Sahasında ise 90 yerli ve 28 yabancı çeşitten oluşan “Zeytin Gen Bankası” var. Kaydedilmiş tahıl çeşidi ise 256.
Bundan binlerce yıl öncesinden kalıntıların gösterdiği üzere, avcılık toplayıcılık döneminin insanları yüzlerce çeşit bitki ve hayvanla besleniyormuş. Bugün halen dünyanın farklı bölgelerinde toplumlar yetiştirdikleri ürünlerin dışında farklı yabani bitkiler toplayıp yiyorlar. Yerel kabilelerde bu ”yabani diyetin” yararları dikkat çekiyor. Örneğin Doğu Afrika’nın Hadza kabilesi bizlerden beş kat daha fazla lifli gıda tüketiyor ve obezite, şeker ve kalp hastalıkları, kanser gibi hastalıklar neredeyse hiç yaşanmıyor. Amazon’da ise yerli topluluklar yabani yetişen, kirazı andıran ve portakaldan yirmi kat daha fazla C vitamini içeren “camu camu” adlı meyveden yararlanıyorlar.
Neden önemli?
Gıda ve biyoçeşitlilik birbirine yakından bağlı konular. Öncelikle tarıma değinirsek, yaygın modern tarım pratiklerinden olan monokültür tarım, belirli bir alanda aynı anda yalnızca bir tür ürünün üretilmesine dayanan bir tarım şekli. Monokültür tarım hem çeşitliliğin azalmasına sebep olur hem de daha fazla pestisit kullanımına yol açar. Toprağın sağlığını bozar, su kaybına sebep olur. Üretimde biyolojik çeşitlilik sağlandığında ise virüs, mantar gibi zararlıların etkisi azalır. Yerel tohumlar ya da atalık tohumlar, bulundukları coğrafyanın koşullarına binlerce yıldır uyum sağladıklarından susuzluk, hastalıklar, böcekler ve iklimdeki beklenmedik değişimlere karşı dirençli olup, tek tip tohumlarla yapılan tarımın aksine fazla müdahaleye ihtiyaç duymazlar. Biyolojik çeşitlilik bitkilere zarar veren böceklerin ve hastalıkların kontrol altında kalmasını sağlar, erozyon riskini azaltır ve bitki ve ağaçların üremesine yardımcı olur.
Gıdada biyoçeşitlilik hem toplumsal hem de bireysel sağlığımız için önemli. Toplumsal olarak baktığımızda, çeşitliliğin sağladığı ekonomik yararlar ilk akla gelen. Örneğin yüzde 90’ı aşırı avlanma yüzünden tükenmiş durumda olan okyanuslar… Balıkçılık dünya çapında 200 milyon kişi için iş demek. Bunun yüzde 60’ı gelişmekte olan ülkelerde. Ayrıca 3 milyar insan protein ihtiyacını okyanuslardan ve kıyılardan sağlıyor.
Bireysel sağlığımıza baktığımızda, dengeli beslenme için gerekli olan bitkisel ve hayvansal gıdalar ancak çeşitlilikle mümkün. Yüksek besin değeri olan ve çok bilinmeyen binlerce çeşit bitki de var. Örneğin Güney Asya’da bulunan “gac” adlı meyve diğer meyvelere göre çok daha yüksek oranda beta karoten içeriyor. Bizdeki yabani bitkilerin, meyve ve sebze çeşitlerinin yanı sıra binlerce yıllık geçmişi olan, yüksek proteinli, düşük gluten içeren Siyez ve Kavılca buğdayları da örnek verilebilir. Son olarak gıdada biyolojik çeşitlilik aynı zamanda kültürel mirasın da korunması demek. Çeşitlilik yoksa, ancak tek düze, renksiz ve lezzetsiz bir mutfaktan ve mutfak kültüründen bahsedebiliriz.
Neler yapılıyor?
Ne yazık ki tür kaybının ve canlıların sayısının azalmasının yakın gelecekte sona ereceğini söylemek mümkün değil. Ancak yine de bazı gelişmeler kaydediliyor. Bu konudaki en kapsamlı buluşma sayılan Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Konferansı’nın hedefleri arasında 2030’a kadar yeryüzündeki tüm alanların yüzde 30’unu koruma altına almak bulunuyor. Ancak Türkiye Aralık 2022’de gerçekleşen bu konferansta maalesef biyoçeşitliliğe dair hedefleri arasına bu maddeyi almadı. İklim değişikliğini hafifletme ve pestisit kullanımı konusunda nicel değerler belirleme başlıklarında da Türkiye yine bir hedef belirtmedi. Türkiye, konferansın önemli başlıkları olarak değerlendirilen konulardan yalnızca genetik kodların uluslararası paylaşıma açılması maddesini destekledi.
Koruma alanları yani doğayı insandan korumak için yapılan çalışmalar da biyolojik çeşitlilik konusunda ümit verici. Deniz Koruyuculuğu Sistemi, Balıkçılığa Kapalı Alanlar ve MERCES gibi projeleriyle deniz ekosistemlerini korumayı görev edinen Akdeniz Koruma Derneği bunun çok iyi bir örneği. Dernek, nesli tehlike altında olan kum köpekbalığı, Akdeniz foku ve deniz habitatının sağlığı için hayati önem taşıyan deniz çayırları gibi türlerin korunmaları için yoğun araştırmalar yürütüyor. Habitatların tahribatını engellemek adına hayalet ağlar toplanırken bir yandan sürdürülebilir, bilinçli ve eşitlikçi balıkçılık faaliyetleri teşvik ediliyor. Balıkçıları ve halkı istilacı balıklarla tanıştıran AKD, birçok restorana aslan balığı başta olmak üzere istilacı balıkların tedarikini sağlıyor. Derneğin Balıkçılığa Kapalı Alanlar çalışmaları sayesinde ise söz konusu bölgelerdeki balık sayısı ve boyutlarında 10 kata kadar artış söz konusu. WWF’nin Korunan Alanlar ve Doğa Derneği’nin Önemli Doğa Alanları (ÖDA) da öncelikli olarak biyoçeşitliliği gözeterek belirlenen bölgeler. Korunan Alanlar, 200’den fazla ülkenin imzalamış olduğu Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi tarafından da destekleniyor.
Tarım çeşitliliğin korunmasını hedefleyen kuruluşlar da var. CGIAR’ın bünyesinde bulunan bu örgütler coğrafyalarına göre pirinç (AfricaRice), mısır, buğday (CIMMYT), balık (WorldFish) ve patatesi (CIP) odaklarına alıyor. Tarım araştırmaları aracılığıyla çeşitliliği korumak, beslenme şartlarını iyileştirmek ve gıda güvenliği sağlamak bu kuruluşların ortak amacı. İtalya merkezli Bioversity International, tarımsal biyoçeşitliliği tüm dünyada gıda güvenliğine ulaşmak için bir araç olarak kullanmayı amaçlıyor. Bunun için de biyoçeşitlilik hakkında araştırmalar yürütüyor ve bu konunun yönetimi hakkında hükümetlerle birlikte çalışıyor. Slow Food Ark of Taste de dünya çapında meyve, sebze ve küçük ölçekte üretilen yerel yiyecekleri arşivliyor ve bu uluslararası zenginliğe dikkat çekiyor. Ark of Taste’in diğer projelerden ayrılan yönü yalnızca tohum ve mahsulleri değil, farklı kültürlerde büyük bir rol oynayan işlenmiş besinleri de odağına alıyor olması. Türkiye’nin Ark of Taste tarafından kaydedilmiş 79 ürünü bulunuyor, bunların dörtte birinden fazlası ise Ege Bölgesi’nden. Biyoçeşitliliği korumayı ve bu konuda farkındalık yaratmayı amaçlayan bir başka uygulama da tohum bankaları. Adından da anlaşılacağı üzere tohumları muhafaza eden bu depoların bazıları nesillerinin tükenmesine karşı dokunmamak üzere tohumları korurken bazıları da ihtiyaca göre üreticilere ulaştırıyor. Buğday Derneği de Türkiye’de tohum muhafazası ve agroekoloji projeleri yürüten inisiyatiflerden biri. Dernek, 2011 yılından beri Tohum Takas Ağı ile atalık tohumların elden ele geçerek tanınması, çoğalması ve yaygınlaşmasını sağlıyor. Yerli Malı haftası kapsamında ise çocuklar başta olmak üzere her yaştan insan, ülkemizde yetişen ürünler, nerelerde yetiştikleri ve teşkil ettikleri çeşitliliğin korunması konularıyla her yıl bir haftalığına daha yakından ilgileniyor.
Biyoçeşitlilik çeşitliliği korumak hükümetleri ve uluslararası kuruluşları yakından ilgilendiren bir konu. Aralarında Avusturalya, Endonezya, ABD, Brezilya gibi ülkelerin bulunduğu 17 ülke, dünyadaki canlıların yüzde 60-80’ine ev sahipliği yapıyor. Bu sebepten bu ülkelerin biyolojik çeşitliliği koruma konusunda attıkları adımlar son derece önemli. Örneğin Brezilya’da okul yemeklerinin en az yüzde 30’u yerel çiftliklerden gelmek zorunda. Peru’daki binlerce çeşit patates artık koruma altında. Ancak olumlu uygulamalar sadece bu “mega çeşitlilik gösteren” ülkelerde olmuyor. Örneğin Kopenhag’da okullara elma tedariki yapan üreticilere ürettikleri elma çeşitlerine göre öncelik veriyorlar.
Bireysel olarak yapabileceklerimizin başında bu kuruluşları harekete geçirmek geliyor. Ülkemizde de yürütülen Korunan Alanlar uygulaması biyoçeşitlilik için kritik. WWF’nin 2020’de yayınladığı Korunan Alanlar raporuna göre Avrupa genelinde korunan alanların ülke yüzölçümüne oranı yüzde 25’in üzerindeyken Türkiye’de bu oran yalnızca %8,7. Sürdürülebilir bir Türkiye için 2030’a kadar korunan alanların en az %30 olması gerekiyor. Bu da ancak bu konudaki yasal yaptırımların sıkılaşması ve genişletilmesiyle gerçekleşebilir.
Modern tarımın bir sonucu olan topraktaki mineral ve besleyici maddelerin kaybı, bitkilerdeki biyoçeşitliliği etkileyen temel faktörler arasında. Çiftçilerin doğa dostu uygulamaları benimsemeye teşvik edilmesi toprakları iyileştirmeye ve dolayısıyla biyoçeşitliliğin onarımına katkıda bulunabilir. Modern tarım dünyaya egemen olmadan önce toprakla uyum içinde bütüncül bir yaşam süren yerli halkların bilgi birikimi de biyoçeşitlilik için çok mühim. Kuşaktan kuşağa aktarılmış bu bilgi birikimi, toprağa ve diğer tüm doğal kaynaklara saygı duyuyor ve onların da sağlığını önceliyor. Dolayısıyla doğal kaynakları iyileştirmek istiyorsak iyi tarım pratiklerini şekillendirirken bu tecrübeye de kulak vermek önemli.
Bireysel anlamda başka neler yapabiliriz? İşe tükettiğimiz tüm ürünlerin farklı yerel çeşitlerinin, türlerinin neler olduklarını sorarak, öğrenerek başlayabiliriz. Elmadan zeytine soğandan patatese farklı çeşitlerin üretilmesini üreticilerden talep edebiliriz. Aldığımız her ürünün doğaya etkisini sorgulayabilir, biyolojik çeşitliliği nasıl etkilediğini öğrenebiliriz. Biyolojik çeşitliliğin en kritik oyuncularından sayılan arıları korumak için çalışabiliriz. Denizleri, kıyıları, ormanları, koruları koruyabiliriz. İklim krizine etkimizi azaltmak için genel olarak enerji ve su tasarrufu yapabiliriz.
Cemre Torun
İşletme ve klinik psikoloji geçmişi olan Cemre Torun, yaklaşık 10 senedir hem Türkiye’de hem yurtdışında farklı yayınların yemek editörlüğü yapıyor ve yemek yazılarını yazıyor. The World’s 50 Best Restaurants’ın bölge başkanı. İçindekiler adlı yemek kitabının yazarı. Uluslararası yemek konferansı YEDİ’nin kurucularından. Ruhun Doysun’un proje danışmanı ve editörü.