Bu yazıyı 2 dakika 22 saniyede okuyabilirsiniz.
Hayatın hem kısacık, hem de sonsuz bir döngü olduğunu doğadan daha iyi ne anlatabilir! Zeynep Güven Ünlü, Japonların mevsimlerle kurduğu çok özel ilişkiyi yazdı.
Arkadaşlarım sık sık yurt dışına yerleşmeyi düşünüp düşünmediğimizi soruyor, ben de her seferinde daha büyük bir inançla aynı şeyi söylüyorum: Buralarda keyfimiz bu kadar iyiyse bunun birinci sebebi vaktimizin sınırlı olması.
Altı aylığına geldiğiniz bir ülkede en büyük önceliğiniz zamanı iyi değerlendirmek oluyor. Enerjinizin çoğunu keşfetmeye, keyif almaya ve anlamaya verince de “evimin eşyası, saçımın boyası” demeden yaşamaya başlıyorsunuz.
Daha az alıyorsunuz çünkü yanınızda götüremeyeceksiniz.
Daha çok deneyimliyorsunuz çünkü belki bir daha o fırsatı bulamayacaksınız.
Aynı şey sıkıntılı durumlar için de geçerli. Hiçbirini büyütmüyorsunuz, çünkü geçecek.
Misal, hava buz gibi ve pek de alışık olmadığınız kar günlük hayatınızı zorlaştırıyor. Ne olmuş, bir ay sonra o kar yok işte! İyisi mi diyorsunuz sokakta üşüyüp sıcak eve gelmenin tadını çıkarayım.
Kar dedim ya, İç Ege’de geçen çocukluğumdan beri belki de ilk kez, Japonya’da mevsimleri hayat bilgisi dersinde öğrendiğim gibi yaşıyorum. Kışın lapa lapa yağan kardan sonra, çiçeğiyle böceğiyle doğanın uyanışını izliyorum. Mevsimler kitabına uygun şekilde üçer ay sürüyor, aynen Instagram filteleri gibi, her mevsimin bir rengi, ışığı oluyor!
21 Mart Japonya’da resmi tatil, baharın gelişi milli bayram. Mevsim geçişleri, özellikle de ilkbaharın gelişi o kadar önemli ki o dönemde dünyevi işler askıya alınıyor, “hele bir baharı karşılayalım da, sonra bakarız” ruh haline giriliyor.
Zaten o tarihte sakura heyecanı da ülkeyi çoktan sarmış oluyor. Ülkenin güneyinde Mart sonu Nisan başında pembe beyaz açmaya başlayan kiraz çiçekleri, ısınan havayı izleyerek bir ay içinde kuzeye çıkıyor, son olarak bizim de yaşadığımız Sapporo’ya geliyor.
Mevsimler Japonlar için hakikaten milli değer. Ülkenin dört mevsimi yaşamasında coğrafi konumunun ve bölgesel hava akımlarının etkisi var. Özellikle kuzey Japonya’ya, Tokyo ve çevresindeki yağmur ve tayfunlar da uğramıyor, en büyük yerleşim geniş alana yayılan 2 milyon nüfuslu Sapporo olduğu için, mevsimler şehirlerde bile doğadaki gibi derinden hissediliyor.
Karın altından yüzünü gösteren, önce yeşillenen sonra sararan ve nihayet kızaran yapraklar, hep gözünüzün önünde duran dev bir takvim gibi, zamanın geçtiğini söylüyor.
Ve son zamanlarda benim aklıma şöyle sorular takılıyor: Eninde sonunda Japonya’dan gideceğimizi biliyoruz da, bir gün bu dünyadan gideceğimizi bilmiyor muyuz? Biliyoruz bilmesine de (biraz da ruh sağlığımız için) sık sık unutuyoruz. Peki doğanın o muhteşem takvimi, mevsimler, hep gözümüzün önünde olsa, bize zamanın geçtiğini ama hayatın kendini hep yeniden ürettiğini hatırlatsa zaman çok daha değerli, hayat çok daha anlamlı ve kaçınılmaz son çok daha kabul edilir olmaz mı?
Japonların, dinle kurdukları gevşek ilişkiye rağmen maneviyatlarının bu kadar kuvvetli olmasında mevsimlerle olan sımsıkı ilişkinin çok etkili olduğuna inanıyorum artık. Zaten en yaygın dinleri Şintoizm, yine doğanın ve mevsimlerin içinden süzülüyor, yağmurdan rüzgara, bir kaya parçasından ağaca, tüm nesnelerde yaşadığını varsaydığı ruhları kutsuyor.
Doğadan kopmak bizi mutsuz ediyor, doğru.
Ama yalnızca yeşilden maviden uzak kaldığımız, çiçeğe böceğe dokunamadığımız için değil, hayatın anlamını büsbütün unuttuğumuz için de bu mutsuzluk.
Ve bir soru daha: Ömrü sadece bir hafta süren kiraz çiçekleri göz kamaştıran gösterisini yapmak üzere Sapporo’ya doğru gelirken, bunları düşünmeyeceğim de neyi düşüneceğim!